Kendini Gör! /Uzun süreli çelişki (Kişilikler insanlara karşı)
Masalcı konuşuyor: Camcosman(Camco) sabahın erken saatlerinde camcı dükkanı’nın önündeki bahçede kuş cıvıltıları arasında Paritekenas’ı (Pa) bekliyordu. Camco’nun bahçesinde, kokulu yaseminler, oğul otları (melisalar), ıtırlar, begonviller, parlak renkleriyle sakız sardunyalar, rezeneler, ısırgan otları, sarı ve kırmızı kantaronlar, kaktüsler ve bazıları endemik doğal çiçekler ve otlarla birlikte bir asma ve karadut ağacı vardı. Camco bu kadar küçük ve dar bir alanda, bu kadar çok bitkinin, barış içerisinde yaşamasına her seferinde hayret ediyordu.
Ufukta uzaktan yükselen toz bulutunu gördüğünde Pa’nın gelmekte olduğunu anladı. Pa geldiğinde sadece kendi kendine düşünceler olarak gelmiyor; algılar, görüşler, mantık, kıyaslamalar ve hatta hatıralarla dolu kalabalık bir Spasiyan ailesi olarak geliyordu. Yaklaştıklarında güzel ve vahşi atları üzerinde onları daha belirgin olarak farketmeye başladı.
Camco, kendini bildi bileli, zanaat atölyesinde çok çeşitli aynalar, mozaikler, boncuklar ve her çeşitten camlar üretiyordu. Kendi küçük dükkanıyla orantısız büyüklükteki biraz eskimiş - yıpranmış ta denebilirdi- ve renkleri oldukça solmuş tabelasında “Camco ve Kızları Şirketi” yazıyordu. Camco atölyesinde, Yana (Yanyana), Cama (Camcama) ve Cana (Cancana) adlarında kızlarıyla çalışıyordu. Güzel görünüşlü, yetenekli ve parlak birer çocuk olan kızlarını onların arzuları yönünde birer zanaatkar olarak yetiştirmişti. Yana ayna üretimiyle, Cama cam üretimiyle ilgilenirken Cana gönül alan barışçıl küçük hediye üretimlerine yönelmişti. Camco, soyağacının karısı Canay’dan mitokondiriler vasıtasıyla kızlarına taşınmasından ve onlarında bunu sonraki kuşaklara taşıyacak olmalarından içten içe gizli bir memnuniyet duyuyor ve kızlarını onların babalarını sevdiği gibi çok seviyordu.
Kızlarının hamarat, düzenli ve titiz bir şekilde oradan oraya koşuşturmalarını izlerken Pa daha da yakınlaştı. Eskimiş bir hatıralar aynasında geçmiş dansederken, Camco’nun kafası biraz gerilere gitti ve aynada babası Hardik’in silueti canlanıyormuş gibi hissetti. Ortalık yerde, nedensiz gibi görünebilecek bir ağlama olmasın diye kendini tuttu ve herşeyini borçlu olduğunu düşündüğü babasını içten içe yadetti. Hardik, artık yaşı kemale erince, atölyeyi Camco’ya devrederken oradaki her köşeyi gezdirmişti. İşler ve incelikleri üzerinden tekrar tekrar geçerken; eski, tozlu ve hatta kadim görünüşlü bir duvarın önüne geldiler. Bu duvarı daha önce neden farketmediğine şaşırsa da Camco babasını dikkatle dinlemeye devam etti. Hardik dedi ki: “Bu duvarın arkasında üç kapı var. Onları da bana sevgili Annem göstermişti. Unutma! Duvardaki geçit zamanı geldiğinde açılır. Senin yapman gerekenler: sıkı çalışmak, kendini geliştirmek, yüreğini açık tutmak ve sabırlı olmaktır.Olur ya meraklanır ve zamanından önce geçide girmeye çalışırsan, benzetme tam oturmasa da altın yumurtlayan tavuğu kesmek ya da suyun kaynağını deşerken onu kurutmak gibi bu duvardan geçişin hiçbir zaman gerçekleşmeyecektir. Lütfen sabır!” Bunları söyledikten sonra umulmadık biçimde Camco’nun kollarına sessiz biçimde ve sanki daha da hafiflemiş gibi yığılmış ve son nefesini oracıkta vermişti. Ölmeden önce Camco’nun kulağına fısıldadığı sözlerini Camco hiç unutmamıştı: “Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşadığımı düşünüyorsun. Bu güzel, hatta çok güzel ve çekici yaşam illüzyonuna kendimi kaptırmıştım ve bundan da çok memnundum ama artık gitme zamanı…”
Camco tüm bunları düşünürken artık duvardan geçmenin zamanının geldiğini de kuvvetli bir şekilde hissediyordu. Bu günün gelmesi için otuz yıldan fazla beklemesi gerektiğini farketti ve kendi sabrına kendisi de şaşırdı.
Pa ve akrabaları ona ulaştığında duvarın tam önüne gitti ve bir yandan kızlarını duvarın önüne çağırırken diğer yandan onları ikaz etmeyi de ihmal etmedi: “Sürprizlere hazır olun ve sakin kalın! Herşey iyi olacak.” İlk olarak kucağında kedisi Peri’yle Yana geldi. Bu arada Tiftik (köpek), olacakları önceden hissetmiş gibi aniden heyecanlanmış, bir oraya bir buraya telaşla koşuşturarak boşluğa havlıyordu. Diğer kedi Misket’te, her zaman yaptığı gibi, dikkat çekmek için Tiftiği taklit ediyor, o ne yaparsa onu yapmaya gayret ediyor ve hatta ara ara Tiftiğe sataşmaktan da geri durmuyordu. Herkes duvarın önünde toplandığında duvara dokunan olup olmadığını bilemediler ama duvarın taşları gürültülü bir şekilde düşmeye ve duvar çökmeye başladı.
Toz duman kalktıktan sonra çöken duvarda tek kişinin zor geçebileceği bir geçit ve arkasında merdivenleri gördüler. Her biri, Camconun çok önceden hazırladığı meşaleleri aldılar ve merdivenleri dikkatli bir şekilde inmeye başladılar.
Yerin yedi kat altına indiklerinde, üzerinde zor seçilen simgeler ve bilmedikleri bir dilde yazılmış yazıların kazındığı üç taş kapıyla çevrili bir alana geldiler. İlk kapıda taşlara kazındığı anlaşılan sözleri Camco zar zor ve deyim yerindeyse yordamla okuyabildi: KENDİNİ GÖR! Camco ve kızları kapının tozlarını silmeye yeltenirken aniden Gezgin ortaya çıktı ve “ben bu sözlerin daha genişletilmiş halini Yunus Emre’nin sözlerinde de görmüştüm” dedi.
İlim, ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
(https://www.okuryazar.com.tr/dergi/ilim-kendin-bilmektir)
Gezgin konuşmaya devamla dedi ki: Yunan yazar Pausanias’a göre de Delfi’deki (Yunanistan) Apollon Tapınağı’nın giriş kapısındaki üç sözden biri de “Kendini Bil”dir. Önerilen Okuma: Tanrı Gelini Sibyl. Yazar. Par Lagerkvist. Çevirmen. Melih Cevdet Anday
Şimdi elini kapının üzerine koyabilirsin! İçinde herşeye saygı duyan bir anlayışla sol elini duvara kazınmış sembolün üzerine koyduğunda kapı neredeyse kendiliğinden açıldı ve adeta yıllarca kapalı kalmış ta şimdi serbest bırakılan bir ateş fırtınasının boşalması gibi spasiyan ve eteriyanlar dışarıya akın ettiler. Ortam sakinleşinceye kadar hep beraber bir süre beklediler.
Geçitten açılan yol, onları büyüklüğü ölçülemez, deyim yerindeyse uçsuz bucaksız ve sonsuzluk duygusu uyandıran bir alanı, uzaktan görmelerini sağlayan küçük bir tepeye götürdü. Sanki, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacak olan milyarlarca ölü ve canlı insan hep beraber oradaydı.
Gezgin’nin birdenbire ortaya çıkması gibi bu seferde Yazar sessizce yanlarına geldi ve dedi ki: Farklı bir bağlamda da olsa Ömer Hayyam ve Rubaiyat’ını burada hatırlamakta yarar var ve O der ki:
“Varlık yokluk derdini aklından sil; Bırak öteleri de kendini bil.” (s42)
Bir diğerinde de şöyle söyler:
“Ölenden bir haber bekler insanlar. Ne söylesin. Bilmez ki ne olduğunu!” (s25) Kaynakça: HASAN ÂLİ YÜCEL KLASİKLER DİZİSİ, ÖMER HAYYAM, DÖRTLÜKLER, özgün adı:RUBAİYAT; Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003
Ölüler, sesleri kısık biçimde canlılara bir şeyler fısıldamaya çalışsalarda, canlılar onları pek dinliyormuş gibi görünmüyorlardı. Gözleri karanlığa alıştıkça daha çok detay görmeye başladılar. Canlılar ellerinde kendi aynalarını taşıyorlardı. Kimilerinin hiç aynası yoktu. Kimilerininki de kırılmış ve hatta parçalanmış, bazılarınınkiler de pus ve tozla kaplanmış ya da sırları dökülmüştü. Sonrasında da, fiziki bedenlerle aynaların arasında, yer yer karanlık ve hatta daha çok anlam yüklenmiş gibi duran şeffaf ama bedenlerinden nispeten farklılaşmış ve değişken kopyalarının olduğunu farkettiler. Pa Camco’nun kulağına arada kalan şeffaf görüntülerin sadece bir kişilik imajı olduğunu ve yer yer kararan, karanlıklaşan kesimlerinin de bilinçaltı olduğunu fısıldadı.
Camco daha sonra insanların kendileri nasılsa çevrelerini de öyle gördüklerini, aynalarında da neyi görmek istiyorlarsa onu algıladıklarını farketti. Barışçıl, olumlu ve göreceli olarak mutlu olanlar aynalarında ne varsa onu görüyorlardı. Biraz daha dikkatli bakınca da bazı insanların ellerinde değişik torbalar taşıdıklarını ve bu torbalardan çıkardıkları değişik boyut ve şekildeki taşları kendi aynalarına attıklarını gözlemledi. Kendi aynaları, fırlatılan taşların etkisiyle çatlıyor ya da kırılıyor, ancak enteresan bir şekilde “Sisifos Efsanesinde” olduğu gibi eski haline dönüyordu. Ancak aynalar ne kadar yenilense de hiçbir zaman ilk hali gibi olmuyor ve çatlaklar ne kadar büyük ya da küçük, sığ ya da derin olsun insanları bir şekilde huzursuz edebilecek ya da huzursuzluklarını tetikleyebilecek izler bırakabiliyordu. Benzer faaliyetler benzer döngülerde farklı biçim ya da şekillerde de olsa devam ediyor: ve insanlar anlayışları, algıları, tutumları ve davranışları, farkındalık ve bilinçlerini özetle “kendilerini” iyi yönde değiştirmedikleri sürece aynı sarmal maalesef tekrarlanıyordu. Ancak, buradaki temel soru şuydu: İYİ VE İYİLİK NEDİR??? (Yanıtı burada verilmeyecektir. Sahip olanlar için, aslında, iç sesleri zaten iyi ve kötünün ne olduğunu söylüyor olmalıdır…)
Bazen kendi aynalarına bilinçli ya da bilinçsiz attıkları taşlar, dolaylı ya da direkt öfkeye neden olabiliyor ve olgunlaşma seviyelerine bağlı olarak, davranışlarının sorumluluğunu almak yerine bazıları veya belki de çoğunluğu her nasılsa kendi rahatı/konforu için öfkelerini ve huzursuzluklarını başkalarına; hatta zaman zaman en yakınlarındakilere yansıtmayı yeğliyorlardı. Kızgın olduklarında ve öfkeye (şiddet üzerinden kendini önemseme hali- Kenan K.) yenik düştüklerinde taşları başkalarının aynalarına atıyor ve bu da sıklıkla diğerlerinin onlara yanıt vermesine ve hatta yer yer kendi içerisinde olayların tırmanmasına neden olabiliyordu. Sonuç itibariyle şöyle de söylenebilirdi: Nedenleri itiraf edilmese dahi bir şekilde olumsuz hatta saldırgan olarak tanımlanabilecek tutum ve davranışlar; kök nedenlere bilinçli bir şekilde inilmediği ve buradaki sorunlar çözümlenmediği sürece aynı daire etrafında bir kısır döngü halinde sürüp gidiyordu.
Ancak kendi aynalarından farklı olarak başkalarının aynalarına fırlatılan taşlar -bu özellikle yakınlarından geliyorsa- daha derin izler bırakıyordu. Belkide, sonsuz ve anlamsız bu çekişme, esas itibariyle ego/egolardan kaynaklanıyor ve herhalde, “gönül kırma! tamiri zordur” ifadesi buradan geliyordu. Önerilen okuma: ŞİMDİNİN GÜCÜ Yazar: Eckhart Tolle
Camco gözlemini sürdürdükçe daha çok şey farkediyordu: İlk olarak bazı tişörtlerin üzerinde büyük “N” harfini gördü. Sonrasında bazılarında “S”leri,”B”leri,”P”leri, “OKDB”leri gördü ve bir süre sonra bunları okumaya çalışmayı bıraktı. Bazılarının aynasının da iki parçalı, bazı aynaların da düz ayna olmadığını kişiye göre içbükey ya da dışbükey olduğunu anladığında kendisine verilen ayna siparişlerinin farklılığının ayırdına vardı.
Tam bunlar olurken Bilim İnsanı çıkageldi ve “Özür Dilerim! Geç kaldım!” diye söze başladı. “Belki bu gözlemlerinizle ilgili olarak insanların sıkça kullandıkları “normal”, “anormal” terimleriyle başlamak konuya uygun düşebilir. Ya da şöyle söyleyelim: Normal nedir? Normal var mıdır? Uygun referanslarınız olmadan bunun üzerinde konuşmak oldukça zor olabilir. Referansların da kişiden kişiye, toplumdan topluma, kültürden kültüre değiştiği ve genellikle subjektif kaldığı dikkate alınırsa “sağlıklı” teriminin daha objektif bir zemin sağlayacağı düşüncesiyle bu terimin kullanılmasını önerebilirim.”
Bilim İnsanı devamla: “ Tabii ki bu kadar basit değil ama kişinin iç dünyasında -varsa-, aşağılık duygusu ne kadar derin ve etkiliyse iç dengenin kurulabilmesi açısından kendini olduğundan büyük görme hali -büyüklük hezeyanı (megalomani)- o kadar etkili olacaktır. Ve insanlar ya farkındalık nedeniyle ayırdında olmadıklarından ya da bilinçli olarak onları huzursuz edebileceği ya da konfor alanlarını etkileyebileceğinden kendi karanlık taraflarına pek te girmek istemezler. Önerilen okuma: İyi insanlar neden kötü şeyler yaparlar Yazar: Debbie Ford
Karanlık taraftaki sorunlar çözülmedikçe, onlar bireyler ve toplumların huzura kavuşması konusunda psikolojik açıdan en temel meydan okuma faktörlerinden biri olma özelliklerini sürdürecekler ve hatta kendilerini yeniden üretme ve çoğalma itkileri dikkate alındığında daha büyük sorunlar haline gelebileceklerdir. Hazırlayıcı koşullar ve bunların etkilerinin derinliğine girmeden, bireylerin döllenmeden başlayarak, hamilelik, doğum, çocukluk, gençlik dönemlerinin uygun koşullarla ve olumlu anlamda düzenlenmesi çok iyi bir başlangıç noktası oluşturabilir. Elbette uygun teorinin varlığı sadece başlangıçtır ve teorinin yaşama taşınması ve pratiği çok daha zor ve oldukça da çok boyutludur. Her nasılsa, hepimiz az ya da çok, bireysel ya da toplu olarak bilinen süreçlere zaman zaman da bilinçsiz olarak katkıda bulunuyoruz. Hatanın/hataların, yanlışların farkedilmesi bunların hata olduğunun kabulü ve onların iyiye dönüştürülmesi için gayret gösterilmesi atılacak adımarın başlangıcı konusunda özet bir anlayış oluşturabilir. Camco, anladığını Bilim İnsanı’na göstermek istercesine: “ Şöyle diyebilir miyiz?” dedi. “İnsanların hata ve eksiklikleri için belli adresler her zaman vardır ya da gösterilebilir ama bize ne oluyorsa, bundan, öyle ya da böyle, herşeyden önce biz ve değişen oranlarda hepimiz sorumluyuz. Büyük ya da küçük, anlamlı ya da anlamsız, bizi rahatsız eden ne varsa, onu hep beraber oluşturduk ve bu nedenle de iyiye dönüşüm ve olumlu yönde değişim istiyorsak işe kendimizden başlamalıyız.”
Ortamdaki Persular’ın sayısı giderek artarken Şifacı devreye girdi ve “ Valla ben şahsen koşulsuz sevgi’nin sürekli barış getirdiğine inanıyorum. Barış bizim kabullenmemizle başlar değil mi?” Bilim İnsanı başını salladı ve Şifacı son bir cümle ilave ederek “Burada belki Karma’dan da konuşmak gerekebilir” diye sözlerini bağladı.
Bu konuşmalar sürerken Masalcı Camco’ya “Arkana bakar mısın?” dedi. Camco arkasına döndüğünde daha büyük bir sürprizle karşılaşmış gibi toplumların devasa büyüklükteki aynalarını gördü.
Masalcı Camco’nun duruma kendini uyarlaması için ona biraz süre tanıdı ve dedi ki: “Toplumların az ya da çok bir beden gibi hareket ettiğini varsayabiliriz.Tabii burada birey davranışlarının aritmetik toplamı yerine çok daha geniş bağlamda ve çok daha büyük resimde kültürlerini oluşturan dokuların varlığı ve etkileşim dinamiklerinin bütününden bahsediyoruz. Toplumun daha genel olarak tepkisel/tepkici mi iletişimci mi davrandığı da başlı başına önemli. Konu çok uzadı! Buna iletişim konusunda dönsek belki daha iyi olabilir.” Bilim İnsanı’na, Şifacı ve Masalcı’ya teşekkür ettikten sonra Camco yerine döndü ve alandan çıkmadan önce hemen önünde kendi aynasını ve geride çok uzaklarda belli belirsiz iki farklı yol gördü. Hemen Ayna'ya dedi ki: "Ben kimim?" Ayna: Ben sana kim ya da ne olduğunu söyleyemem. Belki sen bana ne gördüğünü, kendini nasıl gördüğünü söyleyebilirsin!"
Geride uzaklarda uzanan yollara baktığında, Yolların bir tanesinin yeraltına koyulaşan bir karanlığa gittiği belli oluyordu. Diğeri ise sanki yukarıya doğru giden bir tünele açılıyor ve tünelin ucundan çok hafif bir ışık sızıyordu. Tüm bu olan biteni sindirmek için biraz zamana ihtiyaç olacağını düşündü.
Sonrasında kendisi görünmeyen bir koro aniden ve gümbür gümbür bir müzikle alanı doldurdu:
“Beni kabul et! Beni kabul et!
Hayır hayır, beni dinle! Beni dinle!
İtiraz istemem!
Ne diyorsam bir gereği var,
Benim gibi ol! Benim gibi ol!
Görmüyor musun? Ben farklıyım, Yapamam
Beni anla! Beni anla!
Yargılama lütfen!
Beni Kabul et! Ne olursun Beni Kabul et!” Kenan K.
Koro, müziğine yanık yanık devam ederken, bir anı Camco’yu Yana’nın çocukluk yıllarına götürdü. Sevgi dolu bakışlarla Yana’ya döndü ve “Sen çok sevimli ve meraklı bir çocuktun. Aynada neden kendini göremediğini sorguladığın günleri hatırlayor musun?” diye sordu. Yana: “Babaaa!” –“Haa bu arada şu ışık arayan yaramaz oğlanla görüşmeye devam ediyor musun?” Yana biraz daha sesini yükselterek ve daha kuvvetli bir itirazla: “Babaaa…”
Sardunyalar sabah güneşinin altında büyülü renkleriyle parlıyor, ne olup bittiğini bilmeden ve belki de insanoğluna aldırmadan, kendini izleyenlere mutluluk vermeye devam ediyordu…
((Orijinal metinlere girdiler ve değişiklikler KK olarak gösterilmiştir.